12. Hukuk Dairesi 2016/706 E. , 2016/14964 K.
“İçtihat Metni”9. Hukuk Dairesi 2014/1482 E. ,
2015/14104 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : … İŞ MAHKEMESİ
DAVA : Davacı, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı ile ücret ve hafta tatili
alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Hüküm süresi içinde davalılardan … avukatı tarafından temyiz edilmiş
olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor
dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı, davalı işverenler bünyesinde gemi montaj ustası olarak çalıştığını,
iş sözleşmesinin haksız olarak feshedildiğini ileri sürerek, işçilik
alacaklarını istemiştir.
B) Davalı Cevabının Özeti:
Davalı …, davacının işvereni olmadığını, işyerinde fazla çalışma ve hafta
tatili çalışması yapılmadığını savunarak, davanın reddini istemiştir.
Davalı … ile diğerleri, davacının işten ayrılırken tüm haklarının ödendiğini
savunarak, davanın reddini istemiştir.
C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davalıların
iş sözleşmesini feshetmekte haksız olduğu, ödenmemiş ücret alacağı bulunduğu,
hafta tatili çalışması yaptığı halde karşılığının ödenmediği gerekçesiyle
davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
D) Temyiz:
Kararı davalı … temyiz etmiştir.
E) Gerekçe:
1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni
gerektirici sebeplere göre, davalı …’nin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan
temyiz itirazları yerinde değildir.
2-Taraflar arasında düzenlenen ibranamenin geçerliliği konusunda uyuşmazlık
bulunmaktadır.
Türk Hukukunda ibra sözleşmesi 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098
sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda düzenlenmiş olup, kabul edilen Yasanın 132 inci
maddesinde “Borcu doğuran işlem kanunen veya taraflarca belli bir şekle bağlı
tutulmuş olsa bile borç, tarafların şekle bağlı olmaksızın yapacakları ibra
sözleşmesiyle tamamen veya kısmen ortadan kaldırılabilir” şeklinde kurala yer
verilmiştir.
İş ilişkisinde borcun ibra yoluyla sona ermesi ise 6098 sayılı Türk Borçlar
Kanunu’nun 420 inci maddesinde öngörülmüştür. Sözü edilen hükme göre, işçinin
işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ibra tarihi
itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş
bulunması, ibra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi,
ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması şarttır.
Bu unsurları taşımayan ibra sözleşmeleri veya ibraname kesin olarak hükümsüzdür.
Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra
beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak
makbuz hükmündedir. Bu hâlde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması
gerekir.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 420 inci maddesinde, iş sözleşmesinin
sona ermesinden itibaren bir ay içinde yapılan ibra sözleşmelerine geçerlilik
tanınmayacağı bildirilmiştir. Aynı maddede, alacağın bir kısmının ödenmesi
şartına bağlı ibra sözleşmelerinin (ivazlı ibra), ancak ödemenin banka kanalıyla
yapılmış olması halinde geçerli olacağı öngörülmüştür. 4857 sayılı İş Kanununun
19 uncu maddesinde, feshe itiraz bakımından bir aylık hak düşürücü süre
öngörülmüş olmakla, feshi izleyen bir ay içinde işçinin işe iade davası açma
hakkı bulunmaktadır. Bu noktada feshi izleyen bir aylık süre, işçinin eski işine
dönüp dönmeyeceğinin tespiti bakımından önemlidir. O halde feshi izleyen bir
aylık sürede işverenin olası baskılarını azaltmak, iş güvencesinin sağlanması
için de gereklidir. Geçerli ve haklı neden iddialarına dayanan fesihlerde dahi
ibraname düzenlenmesi için feshi izleyen bir aylık sürenin beklenmesi gerekir.
Bir aylık bekleme süresi kısmi ibra açısından işçinin bir kısım işçilik
alacaklarının ödenmesinin bir ay süreyle gecikmesi anlamına gelse de temelde
işçi yararına bir durumdur. Hemen belirtelim ki bir aylık bekleme süresi ibra
sözleşmelerinin düzenlenme zamanı ile ilgili olup ifayı ilgilendiren bir durum
değildir. Başka bir anlatımla işçinin fesih ile muaccel hale gelen kıdem
tazminatı, ihbar tazminatı ve izin ücreti gibi haklarının ödeme tarihi bir ay
süreyle ertelenmiş değildir.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun değinilen maddesinde, işverence
yapılacak olan ödemelerin banka yoluyla yapılması zorunluluğunun getirilmesi,
ibranamenin geçerliliği noktasında sonuca etkilidir. Ancak banka dışı yollarla
yapılan ödemelerde de borç ibra yerine tamamen veya kısmen ifa yoluyla sona
ermiş olur.
Sözü edilen yasal düzenleme, sadece işçinin alacaklı olduğu durumlar için
işçi yararına kısıtlamalar öngörmektedir. İşverenin cezai şart ve eğitim gideri
talep ettiği yine işçinin vermiş olduğu zararın tazminine dair uygulamalarda ve
hatta sebepsiz zenginleşme hükümleri çerçevesinde işçinin işverene borçlu olduğu
durumlarda, taraflar, herhangi bir sınırlamaya tabi olmaksızın işçinin
borçlarını ibra yoluyla sona erdirebilirler.
Değinilen maddenin ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri, destekten yoksun
kalanlar ile işçinin diğer yakınlarının isteyebilecekleri tazminat ve alacaklar
dâhil, hizmet sözleşmesinden doğan bütün haklar yönünden uygulanır.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.07.2012 tarihinden
sonra düzenlenen ibra sözleşmeleri için yasal koşulların varlığı aranmalıdır.
Ancak 6098 sayılı Borçlar Kanununun yürürlükte olmadığı dönemde imzalanan
ibranamenin geçerliliği sorunu, Dairemizin konuyla ilgili ilkeleri çerçevesinde
değerlendirilmelidir. İbranamenin feshi izleyen bir aylık süre içinde
düzenlenmesi ve ödemelerin banka kanalıyla yapılmamış oluşu 01.07.2012
tarihinden önce düzenlenen ibra sözleşmeleri için geçersizlik sonucu doğurmaz.
İşçi ve işveren arasında işverenin borçlarının sona erdirilmesine yönelik
olarak Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlülüğü öncesinde yapılan ibra sözleşmeleri
yönünden geçersizlik sorunu aşağıdaki ilkeler dahilinde değerlendirilmelidir:
a)-Dairemizin kökleşmiş içtihatları çerçevesinde, iş ilişkisi devam ederken
düzenlenen ibra sözleşmeleri geçersizdir. İşçi bu dönemde tamamen işverene
bağımlı durumdadır ve iş güvencesi hükümlerine rağmen iş ilişkisinin devamını
sağlamak veya bir kısım işçilik alacaklarına bir an önce kavuşabilmek için
iradesi dışında ibra sözleşmesi imzalamaya yönelmesi mümkün olup, Dairemizin
kararlılık kazanmış uygulaması bu yöndedir (Yargıtay 9.HD. 15.10.2010 gün,
2008/41165 E, 2010/29240 K.).
b)-İbranamenin tarih içermemesi ve içeriğinden de fesih tarihinden sonra
düzenlendiğinin açıkça anlaşılamaması durumunda ibranameye değer verilemez
(Yargıtay 9.HD. 5.11.2010 gün, 2008/37441 E, 2010/31943 K).
c)-İbranamenin geçerli olup olmadığı 01.07.2012 tarihine kadar yürürlükte
olan 818 sayılı Borçlar Kanununun irade fesadını düzenleyen 23-31. maddeleri
yönünden de değerlendirilmelidir. İbra sözleşmesi yapılırken taraflardan birinin
esaslı hataya düşmesi, diğer tarafın veya üçüncü şahsın hile ya da korkutmasıyla
karşılaşması halinde, ibra iradesinden söz edilemez.
Öte yandan 818 sayılı Borçlar Kanununun 21 inci maddesinde sözü edilen aşırı
yararlanma (gabin) ölçütünün de ibra sözleşmelerinin geçerliliği noktasında
değerlendirilmesi gerekir.
İbranamedeki irade fesadı hallerinin, 818 sayılı Borçlar Kanununun 31 inci
maddesinde öngörülen bir yıllık hak düşürücü süre içinde ileri sürülmesi gerekir
(Yargıtay 9.HD. 26.10.2010 gün, 2009/27121 E, 2010/30468 K). Ancak, işe girerken
alınan matbu nitelikteki ibranameler bakımından iş ilişkisinin devam ettiği süre
içinde bir yıllık süre işlemez.
d)-İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine
dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra
yoluyla sona ermesi mümkün değildir. Bu nedenle, işçinin hak kazanmadığı ileri
sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ve işverenin diğer
kayıtları ile çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir
(Yargıtay 9.HD. 4.11.2010 gün 2008/37372 E, 2010/31566 K).
e)-Miktar içeren ibra sözleşmelerinde ise, alacağın tamamen ödenmiş olması
durumunda borç ifa yoluyla sona ermiş olur. Buna karşın kısmi ödeme hallerinde,
Dairemizin kökleşmiş içtihatlarında ibraya değer verilmemekte ve yapılan
ödemenin makbuz hükmünde olduğu kabul edilmektedir (Yargıtay 9.HD 21.10.2010 gün
2008/40992 E, 2010/39123 K.). Miktar içeren ibranamenin çalışırken alınmış
olması makbuz etkisini ortadan kaldırmaz (Yargıtay 9.HD. 24.6.2010 gün
2008/33748 E, 2010/20389 K.).
f)-Miktar içermeyen ibra sözleşmelerinde ise, geçerlilik sorunu titizlikle
ele alınmalıdır. İrade fesadı denetimi yapılmalı ve somut olayın özelliklerine
göre ibranamenin geçerliliği konusunda çözümler aranmalıdır (Yargıtay 9.HD.
27.06.2008 gün 2007/23861 E, 2008/17735 K.). Fesihten sonra düzenlenen ve alacak
kalemlerinin tek tek sayıldığı ibranamede, irade fesadı haller ileri sürülüp
kanıtlanmadığı sürece ibra iradesi geçerli sayılmalıdır (Yargıtay HGK.
21.10.2009 gün, 2009/396 E, 2009/441 K).
g)-Yine, işçinin ibranamede yasal haklarını saklı tuttuğuna dair ihtirazi
kayda yer vermesi ibra iradesinin bulunmadığını gösterir (Yargıtay 9.HD.
4.11.2010 gün 2008/40032 E, 2010/31666 K).
h)-İbranamede yer almayan işçilik alacakları bakımından, borcun sona erdiği
söylenemez. İbranamede yer alan işçilik alacaklarının bir kısmı yönünden savunma
ile çelişkinin varlığı ibranameyi bütünüyle geçersiz kılmaz. Savunma ile
çelişmeyen kısımlar yönünden ibra iradesine değer verilmelidir (Yargıtay 9.HD.
24.6.2010 gün, 2008/33597 E, 2010/20380 K). Başka bir anlatımla, bu gibi
durumlarda ibranamenin bölünebilir etkisinden söz edilebilir. Bir ibraname bazı
alacaklar bakımından makbuz hükmünde sayılırken, bazı işçilik hak ve alacakları
bakımından ise çelişki sebebiyle geçersizlikten söz edilebilir. Aynı ibranamede
çelişki bulunmayan ve miktar içermeyen kalemler bakımından ise borç ibra yoluyla
sona ermiş sayılabilir.
İbraname savunması, hakkı ortadan kaldırabilecek itiraz niteliğinde olmakla
yargılamanın her aşamasında ileri sürülebilir (Yargıtay HGK. 27.1.2010 gün
2009/9-586 E, 2010/31 K. ; Yargıtay 9.HD. 13.7.2010 gün, 2008/33764 E,
2010/23201 K.).
Somut olayda davacı iş sözleşmesi sona erdikten sonra 13.12.2011 tarihinde
işvereni olan davalılardan … firmasını ücret, izin, fazla çalışma hafta ve genel
tatil alacakları yönünden ibra etmiştir. Davalı alt işveren … firmasının
savunması ile ibraname çelişmemektedir. Davacı bu ibranameye itiraz etmemiş ve
irade fesadı ile alındığı yönünde bir savunmada da bulunmamıştır. Davalı tarafça
ibraz edilen ve miktar içermeyen ibraname 818 sayılı Borçlar Kanununun
yürürlükte olduğu dönem de düzenlenmiştir. Davalı tarafça ibraz edilen ibraname
geçerli olup davacının ücret ve hafta tatili taleplerinin reddi gerekirken
kabulü isabetsizdir.
F) Sonuç:
Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin
alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine 14.04.2015 tarihinde
oybirliğiyle karar verildi.
T.C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas: 2005/3-685
Karar: 2005/738
Karar Tarihi: 21.12.2005
(818 S. K. m. 61, 64)
Dava: Taraflar arasındaki davasından dolayı yapılan yargılama sonunda;
Pendik Asliye 3.Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 01.06.2004 gün
ve 2004/110-418 sayılı kararın incelenmesi Davacı vekili tarafından istenilmesi
üzerine,
Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin 23.12.2004 gün ve 2004/14018-14264 sayılı
ilamı ile;
(….Davacı, davalı arsa maliki H.K. ile dava dışı müteahhit A.O.Ö. arasında
yapılan kat karşılığı inşaat sözleşmesi hükümlerine göre müteahhit A.O.Ö.
hissesine düşen dairelerden birini 21.5.1995’te satın aldığını ancak müteahhidin
edimini yerine getirmediği ve binayı bitirmediği için H.K. tarafından açılan
dava ile A.O. ile yaptığı sözleşmenin geriye etkili olarak iptali ile 3.
şahıslara verilmiş olan tapularının iptaline karar verildiğinden satın alınan
daire için (fazlaya ilişkin hakkını saklı tutarak) ödediği bedel 1.000.000.000
lira ile daireye yaptığı faydalı masraflar bedeli 1.000.000.000 liranın
tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece; arsa maliki ile müteahhit arasında düzenlenen kat karşılığı
inşaat sözleşmesinin, Pendik 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2000/619 E- 551 K.
Sayılı ilamı ile geriye etkili olarak iptaline ve ayrıca müteahhit tarafından
diğer davalılara satılan dairelerin arsa paylarına ilişkin tapu kaydının
iptaline karar verilip, Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nce onandığı anlaşılmaktadır.
Yüklenicinin yasal olarak edimini yerine getirmemiş olması nedeniyle kendisinin
talep edemeyeceği bir hakkı, sözleşmeden doğan kişisel hakkını devrettiği
haleflerinin isteyebilmesi mümkün değildir. Davacının satış bedeli için ödeme
yaptığı dava dışı müteahhide karşı talepte bulunma hakkı saklı olmak üzere gerek
satış bedeli ve gerekse iyileştirme masraflarına yönelik davanın reddine karar
verilmiştir.
Dava konusu yere yapılan giderlerle birlikte daireye ait tapu kaydının
iptali ile davalı (arsa maliki) adına tescile karar verilmesi, davacının mal
varlığında bir fakirleşmeye neden olurken, davalının da bu giderlere ödenen para
oranında zenginleştiğinde kuşku yoktur.
BK 64. madde hükmüne göre; iade borçlusu (nedensiz zenginleşen) ister
iyiniyetli sayılsın ister kötüniyetli sayılsın iktisap ettiği mala yaptığı
zorunlu masrafların karşılanması kendisinden istenebilir.
Somut olayda; dava dışı müteahhidin binayı %45 oranında tamamladıktan sonra
davacı da dahil 3. kişilere daire sattığı ve binanın kaçak olup ruhsat
alınmadığı, binayı süresinde bitirmediği için kat karşılığı inşaat sözleşmesinin
geriye etkili şekilde feshi ile tapuların iptaline karar verilmiştir. Davacı
evde birtakım iyileştirmeler yaptığını iddia ettiğine göre bunların neler olduğu
saptandıktan sonra hasıl alacak sonuç dairesinde bir karar verilmelidir.
Yazılı gerekçelerle ve eksik incelemeyle davanın reddine karar verilmesi
doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı
şekilde hüküm tesisi isabetsizdir…)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan
yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz Eden: Davacı vekili
Hukuk Genel Kurulu Kararı
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz
edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Karar: A-) Davacı İsteminin Özeti: Davacı (yükleniciden daire satın alan
üçüncü kişi) vekili 24.02.2004 tarihli dava dilekçesinde özetle; davalı H.K. ile
dava dışı yüklenici A.O.Ö. arasında Kartal 4. Noterliği’nce düzenlenen
19.10.1995 gün ve 50694 yevmiye nolu sözleşme uyarınca, yüklenici A.O.Ö.’ ün
davalıya ait 1255 parsel sayılı arsa üzerinde kat karşılığında inşaat yapmayı
üstlendiğini, davalının yükleniciye söz konusu arsanın 200/270 arsa payını
devrettiğini, davacı müvekkili C.B.’nin de 21.5.1995 tarihinde yüklenici A.O.Ö.’
ten kaba inşaat halinde yapılan binanın 4. katında arkada bulunan bir daireyi
(yani buna düşen arsa payını) satın aldığını, daha sonra daireyi oturabilir hale
getirmek üzere harcamalarda bulunduğunu ve kiraya verdiğini, davalı tarafından
Pendik 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2000/619 sayılı dosyası üzerinden yüklenici
aleyhine açılan dava sonunda sözleşmenin feshedilerek müvekkilince satın alınan
daireye ait tapunun da iptaline, davalı adına tesciline karar verildiğini,
ifadeyle, Borçlar Kanunu’nun 61. maddesi gereğince haksız şekilde zenginleşen
davalıdan satış bedeline karşılık bir bedel ödemeden daire sahibi olan davalıdan
fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 1.000.000.000 TL ve kaba inşaat
olarak alınan daireye yapılan tüm faydalı ve zorunlu masraflar karşılığında da
fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere 1.000.000.000 TL olmak üzere toplam
2.000.000.000 TL.’nin tahsiline karar verilmesini istemiştir.
B-) Davalı Tarafın Cevabının Özeti: Davalı (arsa sahibi) vekili 26.04.2004
havale tarihli cevap dilekçesinde özetle; davanın yasal dayanaktan yoksun
olduğunu, yüklenici A.O.Ö.’ ün edimlerini yerine getirmemesi sebebiyle Pendik 2.
Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2000/619 sayılı ilamıyla sözleşmenin geriye etkili
olarak feshedildiğini, davacının da aralarında bulunduğu üçüncü şahıslara
devredilen tapuların iptal edilerek, kararın da Yargıtay tarafından onanarak
kesinleştiğini, kararın gerekçesinden de anlaşılacağı üzere imar mevzuatına
aykırı şekilde ruhsatsız yapının söz konusu olduğunu, bu nedenle arsa sahibine
bir sebepsiz kazandırmanın varlığından söz edilemeyeceğini, davacının
yüklenicinin halefi olup, onun talep edemeyeceği bir şeyi talep olanağının
bulunmadığını, davacının bu konuda satış bedeli yönünden ancak yükleniciye
gidebileceğini, dairede kiracı bulunup davacının buradan aldığı kira bedelleri
kadar zenginleştiğini, kaçak yapı durumundaki binada davacıların kendilerine
yönelik taleplerinin dinlenemeyeceğini, sonuçta davacının gerek satış bedeli ve
gerekse masraflar yönünden müvekkilinden herhangi bir talepte bulunmaya hakkı
olmadığını, ifadeyle davanın reddini savunmuştur.
C-) Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Yerel Mahkeme (Pendik Asliye 3.Hukuk
Mahkemesi);
gerekçesiyle, davanın reddine karar vermiştir.
D-) Temyiz Evresi, Bozma ve Direnme: Davacı vekilinin temyizi üzerine Özel
Dairece karar yukarıda başlık bölümünde aynen yer alan gerekçelerle bozulmuştur.
Bozma sonrası yapılan yargılamada, 06.04.2005 tarihli ilk celsede Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu’nun 24.03.2005 günlü ve 187 sayılı kararı ile Pendik
Asliye 3.Hukuk Mahkemesi’nin faaliyetinin dondurulmasına, görülmekte olan dava
ve işlerin diğer asliye hukuk mahkemeleri arasında eşit olarak tevziine karar
verilmesi nedeniyle dosya bu işlem için nöbetçi mahkemeye gönderilmiş; Pendik
Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’ne verilen dosya 2005/225 esasını alarak 17.05.2005
tarihinde yapılan yargılamada; Davacı taraf; bozmaya uyulmasını, davalı taraf
ise 06.04.2005 tarihli dilekçesi ile direnme kararı verilmesini istemişlerdir.
Mahkemece; bir binadır. Esasen davacının da kaçak bina olduğunu bile bile
daire satın aldığının kabulü gerekir. Zira almadan önce, gerekli özeni gösterip,
satın aldığı dairenin bulunduğu binanın Yasaya uygun bina olup olmadığını
araştırması gerekirdi.
Mahkemelerimizin, dolayısıyla Yüksek Yargıtay ilgili dairelerinin önüne
gelen çok sayıda davalardan da anlaşılacağı gibi, inşaat piyasası, gerekli
tahsili almayan, bilinçsiz yüklenicilerin yaptığı yasaya aykırı binalar ve
bundan dolayı canı yanmış insanlarla doludur. Bizce toplum bilincinin
oluşmasında en büyük etkenlerden biri de yasaların tavizsiz uygulanmasıdır.
Tıpkı tapulu taşınmazların ve araçların resmi şekilde olmayan, harici
satışlarında olduğu gibi, Bu gün toplumun büyük bir kesiminde tapulu
taşınmazların ve araçların satışının resmi şekilde yapılmadıkça geçersiz olacağı
yerleşmiş durumdadır.
Olayımızda da, davacının kaçak binada Yükleniciden daire satın
alınmayacağını bilmesi gerekirdi. Bu itibarla, davacının Yüklenicinin haklarına
halef olarak arsa sahibine karşı bu davayı açma hakkı yoktur. Bize göre sadece
verdiğini geri isteme hakkı olup, onu da yükleniciye karşı ileri sürebilir.
Hal böyle olunca; Eski kararda ısrar edilerek önceden olduğu gibi davanın
reddine karar verilmelidir.>
gerekçesiyle önceki kararda direnilerek, davanın reddine, karar verilmiştir.
Direnme hükmünü davacı vekili temyize getirmektedir.
E-) Gerekçe: Dava, mahkeme kararı ile tarafları arasında geriye etkili
olarak feshedilmiş olan kat karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle dava dışı
yükleniciden ona sözleşme gereği isabet eden payı satın alan üçüncü kişi davacı
tarafından açılmış olup; bu paya karşılık gelen daire için ödediği satış bedeli
ile yaptığı faydalı ve zorunlu harcamaların sebepsiz zenginleşme hükümlerine
dayanılarak davalı arsa sahibinden tahsili isteğine ilişkindir.
Dava dışı yüklenici ile davalı arsa sahibi arasındaki kat karşılığı inşaat
sözleşmesi gereği yüklenici kendisine düşen dairenin arsa payını davacı üçüncü
kişiye satmış; ancak kat karşılığı inşaat sözleşmesinin yerine getirilmesi
konusunda taraflar arasında çıkan anlaşmazlık üzerine arsa sahibinin açtığı dava
üzerine binanın ruhsatsız olduğu tespit edildiğinden geriye etkili olmak üzere
sözleşmenin feshine ve tapu kayıtlarının iptali ile arsa sahibi adına tescile
karar verilmiş; karar onanarak kesinleşmiştir.
Bu olgu taraflar arasında da yerel mahkeme ile Özel Daire arasında da
uyuşmazlık konusu değildir.
Eldeki dava yükleniciden daire satın alan üçüncü kişinin arsa sahibinden
satış bedeli ve yapılan zorunlu ve yararlı giderlerin tahsili istemine
yöneliktir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; açıklanan olgular
karşısında imar mevzuatına aykırı olduğu belirgin daire ile ilgili olarak dava
dışı yüklenicinin akidi durumundaki davacı üçüncü kişinin sebepsiz zenginleşme
hükümlerine dayanarak arsa sahibine yönelttiği davasının dinlenip
dinlenemeyeceği, noktasındadır.
Kural olarak 3194 sayılı İmar Kanunu hükümleri uyarınca her an yıktırılması
gereken, kaçak inşa edilmiş binanın ekonomik değerinin bulunmadığı, dolayısıyla
arsa maliki yönünden bir zenginleşmenin bulunmadığı yargısı yerindedir.
Ancak, davacı tarafından oturulacak hale getirilen dairenin, su ve elektrik
abone sözleşmelerinin yapılarak, 14.4.2000 tarihinde kiraya verildiği tapu
kaydının iptalini takip eden sürede kira paralarının arsa sahibi (davalı)
tarafından alındığı ileri sürülmektedir. İmar yasasına aykırı olarak inşa edilen
24 daire ve 6 dükkândan ibaret bulunan binanın arsa sahibi davalı tarafından
kullanıldığı, gelirinden yararlandığı ispat edilebildiği takdirde davalının
zenginleşmediğinden söz edilemez. Bu halde söz konusudur. İnşa edilen kaçak
yapının ekonomik değerinin bulunmayışı yararlananın zenginleşmesine engel
oluşturmaz. Gerçekten İmar Kanunu’na göre her an yıkılması gereken kaçak binanın
bu niteliği itibariyle, binada yapıldığı ileri sürülen duvar, iç ince sıvası,
elektrik, su tesisatı, banyo, mutfak fayansları, pencere ve kapılar için yapılan
giderler talep edilemez ise de bu giderler nedeniyle kullanılabilir hale gelen
dairenin na sahip olması, dolayısıyla arsa sahibinin mamelikine katkısı,
kanıtlanabildiği takdirde, zenginleşmeden söz edilmelidir.
O halde mahkemece mahallinde bilirkişi incelemesi yapılarak, yükleniciden
daire satın alan davacının yaptığını ileri sürdüğü giderlerin arsa sahibinin
mamelekine katkısı araştırılarak saptanmalı, BK. md.61 ve devamı hükümleri
uyarınca iadesi hükmolunmalıdır.
Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının
yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun
429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri
verilmesine 21.12.2005 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar
verildi.
KARŞI OY YAZISI
Geçerli bir sözleşmeden dönülmesi veya feshi veya esasen geçersiz bir
sözleşmeye dayanılarak karşı tarafa verilen ya da onun nezdinde kalan bir
zenginleşmenin (sebepsiz zenginleşme) hükümlerine dayanılarak iadesi
istenebilir. Fesih konusunda açılmış bir dava varsa işin tasfiyesi gereği
bununla ilgili karar da verilir. Kuşku yok ki böyle bir dava sözleşmenin
tarafları arasında dinlenebilir.
Taraflar arasında cereyan eden ve kesin hüküm halini alan davada arsa sahibi
ile yüklenici arasındaki akit feshedilmiş, yükleniciden daire satın alan
davacının da tapusu iptal edilmiştir. Yapının ekonomik değerinin bulunmadığı
kararda açıklanmıştır.
Olayda davacı ile davalı arasında herhangi bir sözleşme ilişkisi
bulunmamaktadır. Yükleniciden bağımsız bölüm satın alan davacı, arsa sahibi olan
davalıdan sözleşme ilişkisine dayalı olarak bir istekte bulunamaz. Davalı arsa
sahibinin davacıya karşı bir sebepsiz zenginleşmesi de bulunmamaktadır. Arsa
sahibinin varsa sebepsiz zenginleşmeden dolayı akidi olan yükleniciye karşı
sorumluluğu düşünülebilir. Davacı ödediği satış bedelini ve yaptığı harcamaları
yükleniciden talep edebilir.
Davacının da taraf olduğu akdin ve tapu kayıtlarının iptali davasında,
davalıya ait arsa üzerine yapılan inşaat hakkında yıkım kararının mevcut olduğu
ve ekonomik bir değerinin bulunmadığı hususu kesin hükümle saptanmıştır. Bu
belirlemenin davacıyı ve yargı organlarını da bağlayıcı olduğu inkar olunmayacak
bir hukuki gerçektir. Bu husus gözden kaçırılarak yıkılacak bir binaya değer
izafe olunması yerinde olmamıştır.
Esasen davacının dava konusu ettiği bölümün yıkılmadığı elinde olduğu
ortadadır. Bu davada arsa sahibinin kira elde ettiği iddiasıyla bir alacak
talebinde bulunulmamıştır. Binanın enkaz bedeli de dava konusu edilmemiştir.
Sözleşmenin tarafları dışındaki kişiler arasında sebepsiz iktisaba
dayanılarak açılan bir davanın kabulü ortaya çeşitli sorunlar çıkartacaktır.
Özellikle, yüklenicinin aynı nedene dayanarak arsa sahibine karşı satın alan
davacının satın aldığı yükleniciye karşı dava açıp açamayacağı, akdin feshinde
haklı bulunan arsa sahibinin, yükleniciden daire satın alan davacı hakkında
uğradığı menfi zararlarını tazmin için talepte bulunup bulunmayacağı veya
benzeri takas mahsup iddialarının dinlenip dinlenemeyeceği sorularının da cevabı
verilmelidir.
3194 sayılı İmar Kanunu kamu düzenini koruyucu hükümler ihtiva eder. Kaçak
yapılaşmayı engellemek için ruhsatsız ve kaçak yapılara para cezası
verileceğini, Yasaya ve imar mevzuatına uygun hale getirilememesi halinde
yapının yıktırılıp, yıkım bedelinin yapı sahibinden alınacağını belirtir. Kaçak
yapı yapanlar hakkında ceza mahkemesinde dava açılır. Kaçak yapıyı yapanlar
cezalandırılır. Davacı da kaçak olduğunu yıkım kararı verildiğini bildiği bir
yapıda inşaata devam etmekle imar suçu işlemiştir. Suç işleyen kişileri hukuk
himaye etmez. Ekonomik değeri olmayan yapılar için herhangi bir nedenle bedele
hükmedilemez. Aksi takdirde kamu düzeni zarar görür. Kaçak yapılaşma teşvik
edilmiş olur. Kaçak yapılaşmayı önlemek için kanun koyucu bu tür yapılara
elektrik, su, havagazı vs. hizmet verilemeyeceğini belirtmiş, aksine hareket
edenlerin hapis cezasıyla cezalandırılacağını (yasa çıkartarak) ortaya
koymuştur.
Yüksek 3.Dairesinin uygulamaları, bu davaların daha önce temyiz incelemesini
yapan Yüksek 13.Hukuk Dairesinin uygulamalarına Dairemizin genel tatbikatına
aykırı olduğu gibi, yıllarca kamu düzeni mülahazasıyla kaçak yapılara değer
vermeyen Yüksek Hukuk Genel Kurulunun istikrarlı kararlarına da aykırı olmuştur.
Bu nedenlerle, böyle bir davanın açılabileceği kabul edilse bile arsa
sahibine karşı değil, davacının akidi bulunan (satıcı) yükleniciye karşı
açılması daha uygun olacaktır. Aksi takdirde hukuki ilişkiler içinden
çıkılamayacak derecede karmaşık hale gelecek ve çözümsüz kalacaktır.
Belirtilen bu sebeplerle Yüksek Genel Kurulun çoğunluk görüşünü oluşturan
sayın üyelerinin kararına katılamıyorum. Mahkeme kararı usul ve yasaya ve
sözleşme ilişkilerine uygundur. Onanması gerekir.
1. Hukuk Dairesi 2011/2387 E. ,
2011/4974 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : ÜSKÜDAR 4. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 27/05/2010
NUMARASI : 2009/381-2010/165
Taraflar arasında görülen davada;
Davacılar, miras bırakanlarından intikal eden 2 parsel sayılı taşınmazda kat
karşılığı inşaat sözleşmesi yapıldığını, sözleşme uyarınca miras payına karşılık
3+1 daire verilmesi gerekirken hileli yollarla,1+1 daire verildiğini, davalı
mirasçıların paylarından fazla yer aldıklarını ileri sürerek sözleşme uyarınca
mirasçılara isabet eden dairelerin tapuların iptali ile tüm mirasçılar adına
miras payları oranında tescili isteğinde bulunmuşlardır.
Davalı M. ve N., davanın reddini savunmuşlardır.
Davalı Aysel, yanıt vermemiştir.
Mahkemece, iddiaların kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar
verilmiştir.
Karar, davacılar vekili tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş
olmakla; Tetkik Hakim. raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, duruşma
isteği değerden reddedildi, gereği görüşülüp, düşünüldü.
Dava, tapu iptali ve tecsil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, iddianın kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar
verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden, tarafların 05.02.2001 tarihinde ölen
miras bırakanları S.Ö.a ait 2418 ada 2 parsel sayılı taşınmazda dava dışı
yüklenici ile kat karşılığı inşaat sözleşmesi düzenlediği buna göre 1 ofis ve 8
bağımsız bölümden oluşacak şekilde inşaat yapılacağı ve davacı ile velayeti
altındaki küçük Samet’e plan ve projesinde gösterildiği şekilde binanın 1.
Bodrum Kat 3 nolu bağımsız bölümünün özgülendiği ancak belediyeden yapı ruhsatı
alınırken ofisten vazgeçildiği 8 bağımsız bölümden oluşacak şekilde yeniden bir
plan yapıldığı ve kat irtifakına geçilirken yapılan binada 1. Bodrum kat 2 nolu
dairenin davacılara özgülendiği, tüm maliklerin bu yönde düzenlenen belgeleri
imzaladıkları, bu şekilde 63/ 320 arsa paylı 1. Bodrum kat 2 nolu bağımsız
bölümün davacılar adına paylı olarak sicile tescil edildiği anlaşılmaktadır
Davacı H.kendine asaleten S.e velayeten tapuda kat irtifakı tesisi sırasında
kat karşılığı inşaat sözleşmesinde kararlaştırıldığı üzere 1. bodrum kat 3 nolu
bağımsız bölümün kendisine verileceği yerde hata ve hileye düşürülmek suretiyle
2 nolu bağımsız bölümün verildiğini ileri sürerek eldeki davayı açmıştır.
Bilindiği üzere; sözleşmenin konusu, niteliği ve ödenecek miktar gibi
hususlarda dikkatsizliği veya bilgisizliği sonucu gerçek iradesine uymayan
beyanda bulunmak suretiyle esaslı hataya düşen tarafın sözleşme ile bağlı
sayılamıyacağı kuşkusuzdur. Hemen belirtmek gerekirki, Borçlar Kanununda esaslı
hatanın tanımı yapılmamış, 24. maddede sınırlayıcı olmamak üzere örnekler
gösterilmiştir. Kısaca iç irade ile açıklanan irade arasındaki bilmiyerek
yapılan uyumsuzluk olarak tanımlanan hatanın esaslı kabul edilebilmesi için,
uygulamada ve bilimsel alanda ortaklaşa benimsendiği gibi,girişilen taahhüdün
başlıca sebebini teşkil etmesi, daha açık söyleyişle hem yanılgıya düşen taraf,
yönünden (Subjektif unsur), hemde iş hayatındaki dürüstlük kuralları (objektif
unsur) açısından, hataya düşülmese idi böyle bir sözleşmenin hiç veya açıklanan
biçimde yapılmayacağının isbatlanması zorunludur.
Bu koşulların varlığı halinde hataya düşen taraf,isterse iptal hakkını
kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable şamil) olarak
ortadan kaldırılabilir ve verdiği şeyi geri istiyebilir. Yeterki hatanın ileri
sürülmesi B.K.nun 25.ve M.K.nun 2. maddesinde hükme bağlanan dürüstlük kuralına
aykırı olmasın. Hemen belirtmek gerekir ki, sözleşme yapılırken hataya düşen
tarafın kusurlu bulunması sözleşmenin iptaline engel değildir. Ne varki, B.K.nun
26. maddesinde öngörüldüğü gibi hatayı bilmeyen veya bilecek durumda bulunmayan
ve kusursuz olan karşı tarafın menfi, gerektiğinde müsbet zararının ödenmesi
gerekir.
Öte yandan, iptal hakkının kullanılması hiçbir şekle bağlı değildir. Hatanın
öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde,
sözleşmenin karşı tarafına yöneltilecek tek taraflı bir irade açıklaması ile
bildirilebileceği gibi def’i veya dava yoluyla da kullanılabilir. Ayrıca hatanın
varlığı her türlü delille isbat edilebilir.
Diğer taraftan, hile, genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya,
özellikle sözleşme yapmaya sevketmek için onda kasten hatalı bir kanı
uyandırmak,veya esasen var olan hatalı bir kanıyı koruma yahut devamını sağlamak
şeklinde tanımlanır. Hata da yanılma hilede yanıltma söz konusudur.B.K’nun 28/l
maddesinde açıklandığı üzere taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla
sözleşme yapmaya yöneltilmişse hata esaslı olmasa bile aldatılan taraf için
sözleşme bağlayıcı sayılamaz.Değinilen koşulların varlığı halinde aldatılan
taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable Şamil)
olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.
Öte yandan,hile her türlü delille isbat edilebileceği gibi iptal hakkının
kullanılması hiç bir şekle bağlı değildir.Hilenin öğrenildiği tarihten itibaren
bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade
açıklaması, defi yahut dava yoluylada kullanılabilir.
Somut olaya gelince, 634 Sayılı Kat Mülkiyeti Yasası hükümleri uyarınca kat
irtifakı kat mülkiyetine geçilmeden önce bağımsız bölümler bakımından meydana
getirilen müstakil mülkiyet durumudur. Kat irtifakı kurulurken her bir bağımsız
bölüme arsa payı ayrılması da yine bir zorunluluktur. Bağımsız bölümlere
bağlanan arsa payının taşınmazın yüzölçümü ile ilgili olmayıp değerine göre
belirlenmesi gerektiği de tartışmasızdır.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında, mahkemece yapılan keşif
neticesinde davalılara özgülenen bağımsız bölümün kaşfen saptanan değerlerinin
arsa payı daha çok olan davacılara ait bağımsız bölümün değerinden çok fazla
olduğu ve aralarında aşırı değer farkı bulunduğu görülmektedir.Davacılara
aidiyeti kabul edilen bağımsız bölüme ayrılan arsa payı daha fazla iken
değerinin diğerlerine nazaran çok düşük olması gerçekten de davacıların hataya
düşürüldüğü yönündeki iddialarını doğrular niteliktedir.Nitekim yukarıda
değinildiği üzere mevcut sicil kaydının oluşturulması da 634 sayılı kat
mülkiyeti yasasına uygun düşmemektedir. Diğer taraftan davacının ve velayeti
altındaki küçüğün muristen intikal eden miras payları toplam olarak 7/12 olduğu
halde keşfen belirlenen davalılara isabet eden taşınmazların değeri
gözetildiğinde de miras paylarına uygun daire düşmediği, bunun da davacının kat
irtifakına geçirilirken hataya düşürüldüğünün ayrı bir delilini teşkil ettiği
açıktır.
Hal böyle olunca, davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yanılgılı
değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.
Davacıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan
nedenlerden ötürü HUMK’nun 428. Maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin
harcın temyiz edene geri verilmesine, 28.04.2011 tarihinde oybirliğiyle karar
verildi.
17. Hukuk Dairesi 2015/8409 E. ,
2015/8567 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda
yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde
davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği
düşünüldü:
-K A R A R-
Davacılar vekili, davalıların zorunlu mali sorumluluk sigortacısı ve
sürücüsü oldukları aracın sebep olduğu kazada müvekkillerinin desteğinin
öldüğünü, müvekkilleri ve …’in ağır yaralandığını, babaları … ‘in çocukların
sağlık durumları ile ilgilenmesi ve eşinin ölümü nedeni ile çalışamadığını
açıklayıp müvekkili … için kazanç kaybı ve destekten yoksun kalma tazminatı için
5.000,00 TL maddi, 5.000,00 TL manevi, için 3.000,00 TL tedavi gideri ve
2.000,00 TL manevi, … için 1.500,00 TL manevi tazminatın tahsilini talep
etmiştir.
Davalı vekili, davacılara ödemede bulunduklarını ileri sürerek davanın
reddini savunmuştur.
Diğer davalı vekili, davacılara ödeme yaptıklarını ve ibra edildiklerini
ileri sürerek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece, toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre,
davacıların maddi – manevi zararlarının karşılandığı gerekçesi ile davanın
reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekilince temyiz edilmiştir.
1-Davacılar vekilinin davacı … yönünden temyiz itirazının incelenmesinde;
Karar tarihinde yürürlükte bulunan 6100 sayılı HMK’nın geçici 3/2 maddesi
delaletiyle mülga 1086 sayılı HUMK’nun 427. maddesi gereğince 01.01.2014
tarihinden sonra verilen kararlarda temyiz kesinlik sınırı 1.890,00 TL’ye
çıkarılmıştır.
. Davacı … yönünden red edilen kısmı 1.500,00 TL olup, temyize konu karar
anılan tarihten sonra verildiğinden kesin niteliktedir. Kesin olan kararların
temyiz istemleri hakkında mahkemece bir karar verilebileceği gibi, 01.06.1990
gün 3/4 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı uyarınca Yargıtay’cada temyiz
isteminin reddine karar verilebilir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin davacı … yönünden temyiz
dilekçesinin hükmün kesin olması nedeni ile reddine karar vermek gerekmiştir.
2-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde
dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir
yön bulunmamasına göre, davacılar vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında
kalan sair temyiz itirazlarının reddine, karar vermek gerekmiştir.
3-Davacılar vekilinin diğer davacılar yönünden temyiz istemine gelince;
Davacılar vekilince müvekkillerinin desteğinin ölümü nedeni ile aracın
sürücüsü olan davalı …’dan manevi tazminat isteminde bulunulmuş, davalı
vekilince ölüm nedeni ile davacılara ödeme yapıldığı ve müvekkilinin ibra
edildiği ileri sürülmüştür.
Mahkemece, davacıların maddi ve manevi zararlarının tümünün davalı sigorta
şirketince ödeme yapılması ve diğer davalı tarafından ödeme yapılarak ibra
edildiği gerekçesi ile reddine karar verilmiştir.
Dosya kapsamında bulunan taraflar arasında düzenlenen 28.09.2002 tarihli
ibranamede, davaya konu olay nedeni ile maddi hasarlara karşılık gelmek üzere
davalı … tarafından kazada hayatını kaybeden davacıların desteği mirasçılarına
ve aynı kazada hayatını kaybeden mirasçılarına 5.000,00 TL ödendiği ve davalı
…’un ibra edildiği belirtilmektedir. İbranamede davacılara maddi zararlar için
ödemede bulunulduğu belirtilmekte, manevi zararların karşılandığına dair ibareye
yer almamaktadır.
Mahkemece bu durumda olay sebebiyle duyulan acı ve elemin kısmen de olsa
giderilmesi amacıyla tarafların sosyal ve ekonomik durumları ile birlikte
değerlendirilerek olayın meydana geliş şekli de gözönünde tutularak, B.K.’nun
47. maddesindeki özel haller dikkate alınarak, hak ve nesafet kuralları
çerçevesinde hakkaniyete uygun bir manevi tazminata hükmedilmek üzere kararın
bozulması gerekmiştir.
SONUÇ:Yukarıda 1 nolu bentte açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin davacı
… yönünden temyiz dilekçesinin reddine, 2 nolu bentte açıklanan nedenlerle
davacılar vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, 3 nolu bentte açıklanan
nedenlerle davacılar vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA,
peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine
11.06.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.
8. Hukuk Dairesi 2013/18798 E. ,
2014/7455 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : İstanbul Anadolu 15. İcra Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 15/04/2013
NUMARASI : 2013/409-2013/418
Yukarıda tarih ve numarası yazılı Mahkeme kararının müddeti içinde temyizen
tetkiki davalı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden
Daire’ye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen
rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra
işin gereği görüşülüp düşünüldü:
K A R A R
Borçlu vekili icra mahkemesine başvurusunda; İstanbul Anadolu 9. Asliye
Hukuk Mahkemesi’nin 2011/35 Esas ve 2013/82 Karar sayılı ilamına dayalı olarak
ilamlı icra takibi başlatıldığını, alacaklının 6352 sayılı Yasa’nın 58. maddesi
ile değişik 2577 sayılı Yasa’nın 28. maddesinin 2. fıkrasına göre vekil edeni
İdareye yazılı başvuruda bulunarak, alacağının ödenmesini talep edip, 30 günlük
kanuni bekleme süresinden sonra ödeme yapılmaması halinde icra takibi başlatması
gerekirken, bu yasal zorunluluğun yerine getirilmediğini bildirerek takibin ve
icra emrinin iptaline karar verilmesini talep etmiş; Mahkemece şikayetin kabulü
ile takibin iptaline karar verilmiş; karar alacaklı vekili tarafından temyiz
edilmiştir.
6352 sayılı Yasa’nın 58. maddesi ile Değişik 2577 sayılı İdari Yargılama
Usulü Kanunu’nun 28/2 maddesinin “…Konusu belli bir miktar paranın ödenmesini
gerektiren davalarda hükmedilen miktar ile her türlü davalarda hükmedilen
vekalet ücreti ve yargılama giderleri, davacının veya vekilinin davalı idareye
yazılı şekilde bildireceği banka hesap numarasına, bu bildirim tarihinden
itibaren birinci fıkrada belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde yatırılır.
Birinci fıkrada belirtilen süreler içinde ödeme yapılmaması halinde, genel
hükümler dairesinde infaz ve icra olunur… ” hükmünü içermektedir.
Ancak, 2577 sayılı Yasa’nın 1. maddesi uyarınca; Danıştay, Bölge İdare
Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemeleri’nin görevine giren
uyuşmazlıkların çözümü, bu Kanunda gösterilen usullere tabi olup, Yasa’nın 28/2.
maddesine ilişkin anılan değişikliğin, adli yargı mahkemeleri tarafından verilen
ilamların infazında uygulanma olanağı bulunmamaktadır. Takip dayanağı ilam adli
yargıdan verilmiş adli yargı ilamı olup, anılan Yasa kapsamında uygulama
yapılamaz. Mahkemece şikayetin reddi gerekirken yazılı şekilde kabulüne karar
verilmesi isabetsizdir.
SONUÇ : Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının
yukarıda yazılı nedenlerle İİK.nun 366. ve 6100 sayılı HMK.nun Geçici 3. maddesi
yollamasıyla 1086 sayılı HUMK.nun 428. maddeleri uyarınca BOZULMASINA,
taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve İİK’nun 366/3. maddeleri gereğince
Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 10 gün içinde karar
düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 17.04.2014 gününde oybirliğiyle karar
verildi.
9. Hukuk Dairesi 2015/18666 E. ,
2015/28018 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : İŞ MAHKEMESİ
DAVA : Davacı, feshin geçersizliğine, işe iadesine ve yasal sonuçlarına
hükmedilmesine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hüküm süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava
dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya
incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
Y A R G I T A Y K A R A R I
A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili davacının 22/01/2011tarihinde davalı işyerinde dokuma
bölümünde makineci olarak çalışmaya başladığını, 15/04/2013 günü eve gitmek
üzere servise bindiğinde davalı işveren yetkilileri tarafından servisten
alınarak insan kaynakları müdürlüğüne götürüldüğünü, iş akdinin feshedileceğinin
ve tazminatlarının ödeneceğinin sözlü olarak bildirilerek davacının iş akdinin
4857 Sayılı Yasanın 18 ve 19. Maddesine aykırı olarak yazılı bir bildirimde
bulunulmaksızın ve geçerli bir fesih sebebine dayanılmaksızın feshedildiğini,
Teksif Sendikasına üye olan davacının iş akdinin sendika üyeliği sebebiyle
feshedildiğini, bu nedenle iş akdinin feshinin geçersizliğinin tespitine,
davacının işe iadesine, iş akdi sendikal sebeple feshedilen davacıya 6356 Sayılı
Yasanın 25. Maddesi gereğince 1 yıllık ücreti tutarında sendikal tazminat
ödenmesine ve yasal süresinde işverene başvurması halinde kararın kesinleşmesine
kadar geçecek en çok 4 aylık süre için ücret ve diğer haklarının davalıdan
tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
B) Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili; davacının 05/07/2014-07/07/2014-08/07/2014 tarihlerinde
izinsiz ve mazeretsiz olarak işe gelmediği için hakkında devamsızlık tutanakları
düzenlenerek hakkında yapılacak işlemler nedeniyle kendisine Noterliğinin
09/07/2014 tarih 23369 yevmiye nolu ihtarnamesinin gönderildiğini, işe
devamsızlığının nedeninin sorularak konuyla ilgili bilgi vermesi aksi halde iş
akdinin feshedileceğinin bildirildiğini ancak buna rağmen işe devam etmeyen
davacının iş akdinin Noterliğinin 24/07/2014 tarih 25214 yevmiye nolu
ihtarnamesi ile devamsızlık nedeniyle haklı ve geçerli nedenle feshedildiğini,
davalı işyerinde birçok sendikalı çalışan olduğunu bu nedenle davanın reddine
karar verilmesi talep etmiştir.C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece iş sözleşmesinin 04.07.2014 tarihinde sözlü olarak feshedildiği,
davacının 07.07.2014 tarihinde ALO 170 hattına işten çıkarıldığına dair
şikayette bulunduğu, davalı işverenin davacıyı işten sözlü olarak çıkarttığı
tarihten bir gün sonra 05.07.2014 tarihinden itibaren devamsızlık tutanakları
düzenlediği, bunlara itibar edilemeyeceği, davacının üyesi olduğu sendikanın
yazısı ve dosyaya ibraz edilen benzer mahiyetteki İş Mahkemesi’nin 2013/617
Esas, 2014/211 Karar sayılı dosyası ile ilgili Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin
18.12.2014 tarih 2014/26102 Esas, 2014/38653 Karar sayılı ilamı dikkate
alındığında davacının iş sözleşmesinin sendikal nedenle feshedildiği
gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
D) Temyiz:
Kararı davalı vekili temyiz etmiştir.
E) Gerekçe:
4857 sayılı İş Kanunu’nun 21. maddesi uyarınca, mahkemece feshin
geçersizliğine karar verildiğinde, işçinin başvurusu üzerine işveren tarafından
bir ay içinde işe başlatılmaz ise, işçiye ödenmek üzere en az 4, an çok 8 aylık
ücreti tutarında tazminatın belirlenmesi gerekir. Dairemizin yerleşik uygulaması
gereği, iş güvencesi niteliğindeki bu tazminat işçinin kıdemi, fesih sebebi gibi
olgular dikkate alınarak belirlenmelidir. Maddenin alt ve üst sınırları
aşılamaz. Üst sınırın aşılmasının tek istisnası 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu
İş Sözleşmesi Kanunu’nun 25. maddesindeki sendikal nedenle yapılan fesihlerdir.
Bu kanun yürürlüğe girdikten sonra sendikal nedenle yapılan fesihlerde tazminat;
işçinin başvurusu, işe başlatma ve başlatılmama şartına bağlı olmaksızın işçinin
en az bir yıllık ücreti tutarında belirlenecektir. Dairemizin uygulaması bu
yöndedir. (12.12.2013 gün ve 2013/8422 Esas, 2013/33052 Karar sayılı ilamımız).
Dairemiz yıllık ücretli izinle ilgili 53. maddedeki kıdem sürelerini dikkate
alarak 6 ay ile 5 yıl arasında kıdemi olan işçi için 4, 5 yıl ile 15 yıl
arasında kıdemi olan işçi için 5, 15 yıldan fazla kıdemi olan işçi için 6 aylık
ücreti tutarında işe başlatmama tazminatın belirlenmesini öngörmekte, fesih
sebebine göre bu miktarlarda azami sınır 8 aya kadar da çıkmaktadır.
Somut olayda, davacının iş sözleşmesinin feshinin haklı veya geçerli nedene
dayanmadığı anlaşıldığından feshin geçersizliğine karar verilmesi yerindedir.
Mahkemece davacının iş sözleşmesinin feshinin sendikal nedene dayandığı kabul
edilmişse de, buna gerekçe olarak gösterilen İş Mahkemesi’nin 2013/617 Es.
sayılı dosyasında fesih nedenin farklı olduğu ayrıca davacının iş sözleşmesinin
fesih tarihi ile o dosya davacısının iş sözleşmesinin fesih tarihi arasında 1
yıldan fazla bir sürenin bulunduğu, davacı tanık anlatımlarında sigorta
primlerinin gerçek ücret üzerinden yatırılmadığı buna karşı çıktıkları için
feshedildiği yönündeki beyanları ve sendika yazısına göre halen işyerinde
sendikalı çalışan işçilerin bulunduğunun bildirildiği dikkate alındığında,
feshin sendikal nedene dayandığı iddiasının somut ve inandırıcı delillerle
kanıtlanmadığı; ancak hak arama şeklindeki fesih sebebine göre işe başlatmama
tazminatının alt sınırdan uzaklaşarak 6 ay tutarında belirlenmesi gerekir.
4857 sayılı İş Yasasının 20/3 maddesi uyarınca Dairemizce aşağıdaki şekilde
karar verilmiştir.
HÜKÜM:
Yukarda açıklanan gerekçe ile;
1. Mahkemenin kararının BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA,
2. Feshin GEÇERSİZLİĞİNE ve davacının İŞE İADESİNE,
3. Davacının yasal süre içinde başvurusuna rağmen davalı işverence süresi
içinde işe başlatılmaması halinde ödenmesi gereken tazminat miktarının davacının
kıdemi, fesih nedeni dikkate alınarak takdiren davacının 6 aylık brüt ücreti
tutarında BELİRLENMESİNE,
4. Davacı işçinin işe iadesi için işverene süresi içinde müracaatı halinde
hak kazanılacak olan ve kararın kesinleşmesine kadar en çok 4 aya kadar ücret ve
diğer haklarının davalıdan tahsilinin GEREKTİĞİNE,
5. Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,
6. Davacının yaptığı 266.20 TL yargılama giderinin davalıdan tahsili ile
davacıya verilmesine, davalının yaptığı yargılama giderinin üzerinde
bırakılmasına,
7. Karar tarihinde yürürlükte bulunan tarifeye göre 1.500 TL ücreti
vekaletin davalıdan alınarak davacıya verilmesine,
8. Peşin alınan temyiz harcının isteği halinde ilgilisine iadesine,
Kesin olarak oybirliği ile 12.10.2015 günü karar verildi.
T.C. YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas: 2011/19-841
Karar: 2012/144
Karar Tarihi: 14.03.2012
(4721 S. K. m. 684) (2918 S. K. m. 20) (1086 S. K. m. 289) (818 S. K. m. 13)
(YHGK. 09.02.2005 T. 2005/1-19 E. 2005/42 K.) (YHGK. 16.06.2010 T. 2010/1-281 E.
2010/323 K.)
Dava: Taraflar arasındaki davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Tuzla
1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 01.05.2008 gün
ve 2007/466 E. 2008/314 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından
istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 18.02.2010 gün ve 2009/3729
E. 2010/1695 K. sayılı ilamı ile;
(… Davacı vekili, müvekkiline ait minibüsün 25.000.00 YTL bedelle davalıya
satılıp, bedelin taksitler halinde ödenmesi yönünde taraflar arasında sözleşme
yapıldığını, daha sonra noterden Kati Satış Sözleşmesi düzenlenip, aracın davalı
adına tescil edildiğini, davalının toplam 17.069.00 YTL ödeyip, bakiye 7.931.00
YTL’yi müvekkiline ödemediğini, müvekkilinin alacağını tahsil için giriştiği
icra takibine davalının haksız olarak itiraz ettiğini iddia ederek itirazın
iptaline ve icra inkar tazminatına hükmolunmasını talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili cevabında, davanın iptali istenen icra dosyasının bağlı
bulunduğu Bodrum Mahkemelerinde bakılması gerektiğini, müvekkilinin ödenmesi
gereken tüm bedelleri ödeyip, şartsız, koşulsuz, ipoteksiz ve şerhsiz olarak
aracı kati satış sözleşmesi ile aldığını, kati satış sözleşmesinde satıcının
konusunda kayıt bulunduğunu, davanın konusunun bulunmadığını savunarak davanın
reddi ile lehlerine tazminata karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, iddia, savunma ve toplanan delillere göre davaya konu aracın
noterde satışının yapıldığı, kati satış sözleşmesinde satıcı olan davacı
bedelini tamamen aldığını beyan etmiş ise de, dosyaya sunulan ve taraflar
arasında yapılmış olan el yazısı araba satış sözleşmesinde aracın bedelinin
14.729.00 YTL’lik kısmının 13 eşit taksit halinde her bir taksit 1.133.00 YTL
olmak üzere ödenmesinin kararlaştırıldığı, davalının bu sözleşmedeki imzasını
inkar etmediği ve bu suretle aracın bedelinin 7.931.00 TL tutarındaki 7
taksidinin ödenmediği, takipten önce davacının ihtar çekerek davalıyı temerrüde
düşürmediği, haksız ve kasıtlı olarak icra takibine itiraz edildiği gerekçesiyle
davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz
edilmiştir.
Dosya arasında mevcut bulunan 15.5.2006 tarihli kati satış sözleşmesinde
davacı, satış bedelini tamamen aldığını belirtmiştir. Davalı da satış bedelini
ödediğini savunarak davanın reddini istemiştir. Bu durum karşısında mahkemece
önceki tarihli sözleşme adi, şekilde yapıldığından daha sonra yapılan ve satış
bedelinin tamamen alındığını belirten resmi satış sözleşmesi gözetilerek davanın
reddi gerekirken yazılı gerekçeyle davanın kabulüne karar verilmesi doğru
olmayıp, hükmün bozulması gerekmiştir…),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan
yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
H.G.K.nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği
anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR: Dava, itirazın iptali istemine ilişkindir.
Mahkemece istem kısmen kabul edilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece, yukarda başlık bölümünde
gösterilen gerekçeyle karar bozulmuştur.
Mahkeme, önceki kararında direnmiş; hükmü temyize getirmiştir.
Uyuşmazlık; taraflar arasında, araç satışına dair olmak üzere adi yazılı
protokol ve resmi şekilde noterde düzenlenen sözleşme kapsamına göre, davalı
alıcının, davacı satıcıya, kararlaştırılan araç bedelinin tamamını ödeyip
ödemediği noktasında toplanmaktadır.
4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu(TMK), taşınmaz mülkiyetini takiben 3. bölümde
taşınır mülkiyetini düzenlemiştir. Fakat taşınmaz mülkiyetinden farklı olarak,
Kanun sadece taşınır mülkiyetinin konusuna, kazanılmasına ve kaybına dair
kurallar koymuş; bu mülkiyetin kapsam ve kısıtlamalarına hiçbir hüküm
ayırmamıştır.
Zira taşınır mülkiyetini kapsamı, konusunu oluşturan taşınır mal ve malın
TMK’nun 684. maddesine göre bütünleyici parçasını oluşturan şeyler ile
sınırlıdır. Bu hususta başka kural sevkini gerektirecek bir sebep yoktur.
Taşınır mülkiyetinin kanundan doğan kısıtlamaları ise, kamu hukukuna
dayananlar (bu bağlamda Ateşli Silahlar ve Bıçaklar Hakkında Kanun, Karayolları
Trafik Kanunu) bir tarafa bırakılırsa, Medeni Hukuk bakımından hakkın kötüye
kullanılması gibi her türlü hakları kapsayan bir kısıtlamadan ibarettir.
(Oğuzman K., Seliçi Ö., Özdemir S.O., Eşya Hukuku, Filiz Kitapevi, İstanbul,
2009, s. 586 vd.)
Kamu hukukuna dayanan kısıtlamalardan birisi olan, 2918 Sayılı Karayolları
Trafik Kanunu’nun 20.maddesinin (d) bendinde: belirtilmiştir.
Noterde yapılan satış sözleşmelerinde bir bedel belirtilmekte ise de, kati
satış sözleşmesinde yer alan satış bedelinin (kasko bedelinin) taşıt modeline ve
yaşına göre otomatik olarak belirlendiği, kati satış sözleşmesindeki beyan
edilen bedelin ise bu bedele ters düşülmemesi için taraflarca bildirildiği,
uygulamadan bilinen bir durumdur.
Bu bedelin doğru gösterilmemesi, kati satış sözleşmesindeki satış bedelinin
daha düşük veya daha yüksek gösterilmiş olması halinde hangi bedelin dikkate
alınacağı önemlidir. Burada çıkacak uyuşmazlıkların çözümünde de muvazaa
hükümlerinden faydalanılması gereklidir.
Bilindiği üzere, bir sözleşmenin taraflarının, üçüncü kişileri aldatmak
amacıyla, gerçek durumu gizleyerek, gerçek iradelerine uymayan ve kendi
aralarında geçerli olmayan bir hususta anlaşmalarına muvazaa; bu şekilde yapılan
işlemlere de, muvazaalı işlemler adı verilir. (HGK’nun, 9.2.2005 gün 2005/1-19
E, 2005/42 K; 16.6.2010 gün ve 2010/1-281 E, 2010/323 K.).
Muvazaada, daima, görünüşte var olan, ancak taraflarca gerçekte asla
istenmeyen, salt üçüncü kişilere yanlış kanaat verip onları aldatmak amacıyla
yapılmış bir hukuki işlem ile, bu işlemin aralarında geçerli olmadığına dair bir
muvazaa anlaşması mevcuttur. Bazı durumlarda, bu ikisine ek olarak, tarafların
gerçek iradelerine uygun olan (tarafların gerçekte istedikleri), ancak, çeşitli
sebeplerle görünen işlemin arkasına sakladıkları bir gizli işlem daha bulunur.
Taraflar arasında bir gizli işlemin bulunup bulunmadığına göre bakılarak,
muvazaanın iki türünden söz edilir:
Tarafların, kendi aralarında geçerli herhangi bir hukuki işlem yapmak
istemedikleri halde, salt üçüncü kişilere, aralarında bir hukuki işlem varmış
gibi görünmek için işlem yapmaları halinde mutlak (basit) muvazaa söz konusu
olur.
Buna karşılık; nispi (mevsuf) muvazaada, taraflar arasında gerçek
iradelerine uygun bir hukuki işlem bulunmakla birlikte, bu işlem, kendi
iradelerine uymayan, dışa karşı yapılmış bir başka hukuki işlemle gizlenir.
Bu muvazaa türü; bir sözleşmenin; niteliğinde, taraflarının şahsında,
konusunda ve koşullarında söz konusu olabilir.
Bir sözleşmenin konusunda ve koşullarında muvazaa halinde, görünüşteki
hukuki işlem tarafların gerçek iradelerine uygundur. Ancak, görünüşteki işlemin
bazı şartları ve konusunun belli bir bölümü, aralarındaki gizli işlemden farklı
düzenlenmiştir. Bu muvazaa da taraflar görünüşteki sözleşmenin bazı koşullarını
değiştirirken sözleşmenin tamamı, yani, niteliği değil, bazı koşulları gizli
sözleşmeye uymaz. Örneğin daha az miktarda vergi ödemek için, taşınmazın
tapudaki satış değerinin düşük gösterilmesi, şufa hakkının kullanılmasını
önlemek kullandığı takdirde fazla kazanç elde etmek maksadıyla görünüşteki
(resmi) sözleşmede satış bedelinin fazla gösterilmesinde bu tür bir muvazaa
vardır. Açıklandığı üzere taraflar görünüşteki sözleşmeyi yapmayı ciddi olarak
istemekte ve niteliğinde (vasfında) de anlaşmaktadırlar. Ancak burada bedel,
gerçek bedelden az veya fazla gösterilmektedir. Yani görünüşteki sözleşmenin
sadece bedeli değiştirilmektedir. Muvazaa sözleşmesinin tamamında değil bir
bölümünde (bir unsurunda)dır (Özkaya E., İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları,
Şekçin, Ankara 2011, s.173 ).
Muvazaa sözleşmesinde şekil koşulu aranmaz. Yazılı veya sözlü yazılabilir.
Görünüşteki sözleşme şekle bağlı olsa dahi muvazaa sözleşmesinin yazılı veya
resmi şekilde yapılması gerekmez. Görünüşteki sözleşmenin şekle bağlı olması
halinde muvazaanın yazılı delil ile ispat edilmesi kuralı muvazaa sözleşmesinin
yazılı olmasının geçerliliği için değil ispat edilebilmesi için aranan bir
kuraldır. (YİBK 5.2.1947, 1945/20, 1947/6) Görünüşteki yazılı bir sözleşmenin
aksini iddia eden tarafın HMUK’nun 289 ve BK’nun 13. maddeleri uyarınca
iddiasını yazılı delil ile ispat etmesi zorunludur. Muvazaa sözleşmesi
görünüşteki sözleşmeyi değiştirdiğine veya hükümsüz kıldığına göre ispat gücü
kazanabilmesi için yazılı olması değinilen kanunların açık hükümleri gereğidir.
Örneğin; araç satışları şekle bağlıdır. Görünüşteki şekle bağlı devir sözleşmesi
için düzenlenecek muvazaa sözleşmesinin geçerliliği şekle bağlı değilse de
ispatı ancak yazılı delil ile mümkündür. (YİBK 5.2.1947, 1945/20-1947/6)
Somut olaya gelindiğinde:
Davacı sahibi bulunduğu minibüsü davalıya 25.000,00 YTL bedelle sattığını,
10.271,00 TL’nin 31.1.2006 tarihine kadar peşin, geri kalan bedelin taksitler
halinde ödenmesinin kararlaştırıldığını, kati satış sözleşmesi ile aracın davalı
adına tescil edildiğini, davalının bu kapsamda 17.069,00 TL ödediğini, bakiye 7
adet taksit tutarı olan 7.931,00 TL’nin ödenmemesi üzerine, davalı aleyhine
Bodrum 2. İcra Müdürlüğünün 2006/1631 Sayılı dosyası ile icra takibi
yaptıklarını, davalı tarafın itirazı sonucu takibin durduğunu iddia ederek
itirazının iptali ile, icra takibinin devamına, %40 icra inkar tazminatına karar
verilmesini istemiştir.
Taraflar arasında haricen düzenlenen ve satış bedeli 25.000 TL olarak
gösterilen tarihsiz protokol bulunduğu bu protokole istinaden davalının elden
10.271,00 TL ve banka aracılığı ile 6.798,00 TL olmak üzere toplam 17.069,00 TL
ödediği ve 15.5.2006 tarihli resmi satış senedinde ise satış bedelinin 16.387,00
TL olarak gösterildiği çekişmesizdir.
Ayrıca davalı da böyle bir protokolün yapılmadığına yönelik herhangi bir
itirazda da bulunmamıştır.
Uyuşmazlık, 7.931,00 TL nin ödenip ödenmediği noktasındadır.
Bilindiği üzere, Noter satış sözleşmesinde satış bedelinin 16.387,00 TL
olarak gösterilmesi; asgari kasko bedeli üzerinden, noter satışı sırasında
taşıtın modeline ve yaşına göre belirlenen bir bedelin esas alınmasından
kaynaklanmakta olup; bu bedelin noter senedinde yer alması, taraflar arasındaki
sözleşmenin geçersiz olmasına sebep olmayacaktır.
Taraflar görünüşteki sözleşmeyi yapmayı ciddi olarak istemekte ve
niteliğinde de anlaşmaktadırlar. Sadece sözleşmenin bedeli değiştirilmektedir.
Burada muvazaa sözleşmenin tamamında değil bir bölümünde, bedel unsurunda
gerçekleşmiştir.
Yukarıda izah edildiği üzere, sicile kayıtlı taşınırın devri şekle bağlı ise
de görünüşteki şekle bağlı devir sözleşmesi için düzenlenecek muvazaa
sözleşmesinin geçerliliği şekle bağlı değildir; ancak ispatı yazılı delil ile
mümkün olacaktır.
Davacının ileri sürdüğü protokol, davalı tarafından inkar edilmediğine göre;
davacı taşıtırı adi yazılı delil ile 25.000,00 TL bedelle satıldığını, elden ve
banka aracılığı ile 17.069,00 TL aldıklarını, ispat etmiştir. Böylece, bedeldeki
muvazaayı ve satış bedelinin 25.000,00 TL olduğunu ispat ettiğine göre, adi
yazılı sözleşmedeki bedelin tamamının ödendiğini, yani kalan 7.931,00 TL nin
ödendiğinin ispat külfeti artık davalının üzerindedir.
Kaldı ki; taraflar arasında yapılan protokolde bedelin 25.000,00 TL
olduğunun, bir kısım ödemelerin yapılacağının kararlaştırılması, davalının
savunmasına bu protokole karşı çıkmaması karşısında, noter kati satış
sözleşmesindeki satış bedeli olan 16.387,00 TL’nin gerçek bedel olmadığı, satış
bedelinin davalının karşı çıkmadığı protokolde yer alan bedel olduğunun, davalı
tarafın da kabulünde olduğu belirgindir.
Hemen belirtilmelidir ki; salt noter satış sözleşmesinde yazılı bedelin de
davacı tarafından alındığının kabulüne olanak yoktur. Zira, satış
sözleşmesindeki bedel olan 16.387,00 TL’nin davacı tarafından alındığının kabul
edilmesi halinde, elden verilen bedel ve banka aracılığı ile ödenen taksitler
ile ve noter satış sözleşmesi üzerinde yazılı bedel dikkate alındığında toplam
bedelin adi yazılı satış sözleşmesindeki bedeli dahi geçtiği görülecektir. Bu
sebeple noter satış sözleşmesinde gösterilen bedelin davacı tarafından
alındığının kabul edilmemesi, satış bedelinin 16.387,00 TL olarak
gösterilmesinin sadece tarafların iradesi dışında, sistemin belirlediği bir
bedel olduğunun kabul edilmesi gerekir.
O halde, yapılan işlem taşınır mülkiyetinin nakledilmesi hususunda 2918
Sayılı Trafik Kanununun 20. maddesi uyarınca geçerlilik kazanmış bulunmaktadır.
Alıcının bedelden doğan borcunu tümüyle yerine getirmemiş olması resmi sözleşme
ile doğan hukuki sonucu değiştiremez. Adi yazılı senetteki gerçek bedelden bir
kısmının ödenmemesi satıcıya, bedelin ödenmeyen bölümünün tahsilini isteme hakkı
verecektir. Bu bedeli ödediğini ispat külfeti ise yukarda da açıklandığı üzere
davalıdadır.
Bu nedenle, aynı hususlara işaret eden direnme kararı uygun ve yerindedir.
Ne var ki, davalı vekilinin, başta hükmedilen bedel olmak üzere, işin
esasına yönelik diğer temyiz itirazları Özel Dairece incelenmediğinden, bu yönde
inceleme yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
Sonuç: Yukarıda açıklanan sebeplerle direnme kararı uygun olup; davalı
vekilinin başta hükmedilen bedel olmak üzere, işin esasına yönelik diğer temyiz
itirazlarının incelenmesi için dosyanın 19. Hukuk Dairesine gönderilmesine,
14.03.2012 günü oyçokluğu ile karar verildi
23. Hukuk Dairesi 2014/3512 E. ,
2014/7573 K.
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ : İstanbul(Kapatılan) 44. Asliye Ticaret Mahkemesi
TARİHİ : 26/02/2013
NUMARASI : 2011/3-2013/52
Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda
yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi
içinde davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği
konuşulup düşünüldü.
-K A R A R-
Davacı vekili, müvekkili ile davalı T.. D.. arasında mali müşavirlik ve
serbest muhasebecilik sözleşmesi imzalandığını, davalının müvekkiline vermiş
olduğu hizmetler dahilinde müvekkili şirkete ait taşınmazın 750.000,00 TL bedeli
ile sermayeye eklenmesi işleminin yasal prosedüre aykırı olarak
gerçekleştirildiğini, 5811 sayılı Yasa ile “sermaye artışının tescil ve
ilanının, beyan tarihinden itibaren altı aylık süre içerisinde ana sermayeye
ilave edilmesi” öngörülmesine rağmen davalı tarafın söz konusu sermaye artışının
tescil ve ilam işlemini altı aylık yasal süre geçtikten sonra
gerçekleştirdiğinden müvekkilinin ceza ödemek zorunda kaldığını, davalının 6111
sayılı Yasa kapsamında müvekkilinin 5811 sayılı Yasa kapsamından tekrar
faydalanabileceği ve bunun için Vergi Dairesi’ne müracaat edilmesi gerektiğini
bildirmesi üzerine müvekkiline kesilen cezalara ilişkin olarak yapılan
işlemlerin iptali amacı ile açtığı davadan vazgeçildiğini, ancak 6111 sayılı
Yasa kapsamında müvekkili tarafından yapılan başvuru üzerine vergi dairesinin
yasanın yürürlüğe girdiği tarihten sonraki döneme ilişkin yapılacak olan
incelemelerden faydalanılabileceğini belirtmesi üzerine 75.513,90 TL olarak
belirlediği tutarı müvekkilinin ödemek zorunda kaldığını, davalının vermiş
olduğu eksik ve hatalı hizmetten dolayı kusurlu olduğunu, mali müşavirin üzerine
almış olduğu işi özen ile ifa yükümlülüğü altında olduğunu, müvekkilinin
zararının tamamından diğer davalı sigorta şirketinin poliçe limitleri dahilinde
müştereken ve müteselsilen sorumlu olduğunu ileri sürerek, fazlaya ilişkin
hakları saklı kalmak kaydı ile 8.390,52 TL’nin işleyecek yasal faizi ile
birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsilini talep ve dava
etmiştir.
Davalı T.. D.. vekili, müvekkilinin 2008 yılı Temmuz ayından itibaren davacı
firmanın muhasebe işlemlerini yürüttüğünü, ancak 2009 yılının başından itibaren
davacı firmanın şirket içinde kendi muhasebe birimini oluşturduğunu, bu tarihten
sonra bütün muhasebe ile ilgili işlemleri bu birimin gerçekleştirdiğini,
davalının ise yapılan işlemleri denetlemek ve internet yolu ile beyannameleri
vermek ile sınırlandırıldığını, müvekkilinin yapmış olduğu incelemede davacı
kayıtlarında naylon fatura düzenleyen şirketlere ait alım faturalarına
ulaştığını, davacı şirketin bu faturalar ile KDV iadeleri aldığını, ceza
almaktan çekinen davacı şirket yetkililerinin davalıdan bu durumun
düzeltilmesini istemeleri üzerine müvekkilinin KDV düzeltme beyannameleri
verdiğini, düzeltme ile daha önce iadeye tabi olan bedellerin vergi dairesine
ödendiğini, davacı firmanın, KDV düzeltme beyannamesi verdiği dönemde, düzeltme
ile artan matrah oranında Kurumlar Vergisi ödenmesi gerektiğini, ancak davacı
firmanın maddi imkânları yetmediği için matrah artışı yapıp gerekli verginin
ödenmediğini, 5811 sayılı Yasa ile şirket kayıtlarında olması gerekirken 3.
şahıslar adına olan taşınmazların özel bir fon oluşturularak sermayeye eklenmesi
halinde, sermaye artışı yapan firmanın kanunda yazılı dönemlerle ilgili beyan
edilen matrah tutarı kadar incelemeye tabi tutulmayacağı ve vergi ve ceza talep
olunmayacağının öngörüldüğünü, firma yetkilileri ile müvekkili arasında yapılan
görüşmede bu kanundan yararlanma fikri oluşarak şirket imkânları ile alınan
ancak vergi ödememek için şirket ortaklarından Yakup Hakan Sekmen adına kayıtlı
taşınmazın 750.000,00 TL’lik özel bir fon oluşturularak sermayeye eklenmesine
karar verildiğini, Yasa kapsamında müvekkili tarafından 02.03.2009 tarihinde
beyanname düzenlenip vergi dairesine verildiğini, hesaplanan 37.500,00 TL
verginin ödendiğini, ancak davacı firmanın altı aylık süre içinde sermaye
artışına ilişkin ortaklar kurulu kararı almadığını, tapuda devir işlemini de
gerçekleştirmediğini, sermaye arttırımına ilişkin kararın süresi içinde
alınmamış olmasının müvekkilinin değil davacının kusuru olduğunu, altı aylık
sürenin geçirilmiş olması nedeniyle 5811 sayılı Kanun’dan yararlanamama kararı
üzerine açılan davada, vergi uzmanları tarafından davayı kazanma şansının yüksek
olduğunun bildirmiş olmasına rağmen davacının, 6111 sayılı kanundan faydalanmak
için davadan feragat ettiğini, 5811 sayılı Kanun’dan yararlanılmasının sahte,
yanıltıcı nitelikte olan ve KDV indiriminde kullanılan vergi ve ceza
uygulamasını engellemediğini, davacının bilerek veya bilmeyerek kullandığı
naylon faturaların vergi cezası ödemesine sebep olduğunu, müvekkilinin düzeltme
yaptığı belgelerle ilgili vergi ve cezaya gerek duyulmadığını, sermaye artırımı
süresinde yapılmış olsaydı da 5811 sayılı Kanun, kurumlar vergisi ile ilgili
düzenleme olduğundan KDV yönünden aynı cezalarla karşılaşılacağını, 5811 sayılı
Kanun’la ilgili işlemlerin TÜRMOB sözleşmesi kapsamında olmadığını, davacının
sözlü beyanı üzerine beyannameyi süresi içinde verdiğini, tahakkuk fişini
davacıya teslim ettiğini, bu tarihten sonra müvekkilinin tüm uyarılarına rağmen
sermaye artırımına ilişkin ortaklar kurulu kararı alınmadığını, karar alınıp
ulaştırıldıktan sonra müvekkilinin raporu düzenlediğini, karar alınmadan raporun
düzenlenemeyeceğini, tapuda yapılması gereken devir ve tescil işleminin davacı
tarafça süresinde yapılmadığını, davalının üzerine düşen tüm yükümlülükleri
yerine getirdiğini, davalının sorumlu tutulmasının madden ve hukuken mümkün
olmadığını savunarak, davanın reddini istemiştir.
Davalı Anadolu Anonim Türk Sigorta Şirketi vekili, davacının vergi cezasına
maruz kalmasının nedeninin sigortalının kusurlu davranması nedeni ile değil
davacının geçmiş yıllardaki ve başka konudaki fiilleri nedeni ile meydana
geldiğinin anlaşılacağını, sermaye artırımının geç tescilinde sigortalının
kusuru olmadığını, davacının vergi cezasına maruz kalmasının sigortalının
sermaye arttırımını geç tescil ettirmesi olduğunu kabul etmemekle birlikte
sermaye artırımının gerçekleştiği 2009 yılında sigortalının davalı sigorta
şirketinde bir mesleki sorumluluk poliçesi de bulunmadığını savunarak, davanın
reddini istemiştir.
Mahkemece, iddia, savunma, dosya kapsamı ve benimsenen bilirkişi raporuna
göre; davacı ile davalı arasında 2008, 2009, 2010, 2011 yıllarına ait SMM
sözleşmesi akdedildiği, bunun dışında ayrıca, davalı T.. D..’nın 5811 sayılı
Yasa uyarınca şirket işlemlerini yapması ya da bu hususta beyanname ya da diğer
işlemleri gerçekleştirme hususunda ayrıca bir sözleşmenin bulunmadığı, davalı
T.. D.. tarafından davacı şirketin 5811 sayılı Varlık Barışı Yasa’sından
faydalanmak üzere, 02.03.2009 tarihinde Vergi Dairesi’ne beyannameyi
düzenleyerek verdiği, 5811 sayılı Yasa’dan faydalanabilmek için beyanname
düzenleme dışında ayrıca sermaye olarak korunması kararlaştırılan taşınmazın
şirket adına tapuda devri gerekeceği ve yine sermaye arttırımına ilişkin ilgili
davacı şirketin karar alması gerektiği, sermaye arttırımına ilişkin davacı
şirket genel kurulunda karar alınması gerektiğinden davalının sorumlu olmadığı,
taşınmazın 5811 sayılı Yasa’da belirtilen süre içerinde davacı şirket adına
tescil işleminin yapılmaması ve sermaye arttırımın yine yasada belirtilen süre
içerisinde yapılmaması sebebiyle vergi ve cezaların kesildiği, dolayısıyla gerek
sermaye arttırımın yapılması noktasındaki sorumluluğun, gerekse şahıs adına olan
taşınmazın şirket adına tapu tescili noktasındaki sorumluluğun bizzat davacı
şirket yönetim kurulu ve genel kurulunda olduğu, davalı T.. D.. ile imzalanan
sözleşmelerin sadece serbest mali müşavirlik sözleşmesi olup bu sözleşme
uyarınca davalının yegane yükümlülüğünün 5811 sayılı Kanun’dan yararlanmaya
ilişkin beyannameyi vermekle sınırlı olduğu, davalı T.. D..’nın sözkonusu
beyannameyi süresi içerisinde ilgili vergi dairesine verdiğinden SMM sözleşmesi
uyarınca üstlendiği edimleri yerine getirdiği, bunun dışındaki sermaye arttırımı
ve taşınmazın şirket adına tescil işlemlerinin bizzat davacı şirketin
sorumluluğunda bulunduğu, bu bağlamda bu işlemlerden kaynaklı davacı şirkete
kesilen vergi ve vergi cezalarda davalı T.. D..’nın herhangi bir sorumluluğunun
bulunmadığı, diğer davalı yönünden de sigorta kapsamına giren işlerde davalı T..
D..’nın bir sorumluluğunun bulunmadığı gerekçesiyle, davanın reddine karar
verilmiştir.
Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.
1-Dava, davacı ve davalı T.. D.. arasındaki mali müşavirlik hizmet alım
sözleşmesine dayalı görevlerin gereği gibi yerine getirilmemesinden kaynaklanan
tazminatın bu davalıdan ve bu davalının sorumluluğunu üstlenen diğer davalı
sigorta şirketinden tahsili istemine ilişkindir.
6100 sayılı HMK’nın 266/1. (1086 sayılı HUMK’nın 275.) maddesi “Mahkeme,
çözümü özel veya teknik bir bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve
görüşünün alınmasına karar verir” hükmünü içermektedir. Aynı Kanun’un 282. (1086
Sayılı HUMK’nın 286.) maddesinde belirtilen bilirkişinin oy ve görüşünün hakimi
bağlamayacağı ve hakimin bilirkişi raporunu serbestçe takdir edeceği hükmü,
HMK’nın 281. (HUMK’nın 283.) madde hükmü uyarınca bilirkişi raporunu yeter
derecede kanaat verici bulmazsa bilirkişiden ek rapor ya da sözlü açıklama
alabileceği veya yeni bir bilirkişi incelemesi yaptırabileceği şeklinde
anlaşılmalıdır. Yoksa, hakimin bir kez bilirkişi incelemesine karar verildikten
sonra bundan dönerek uyuşmazlığın çözümünün hakimlik mesleğinin gerektirdiği
hukuki ve mesleki bilgi ile çözümlenebileceği kabul edilemez. Kaldı ki, somut
uyuşmazlık çözümünde bilirkişinin oy ve görüşüne başvurulmasını zorunlu kılar
niteliktedir.
Mahkemece, mali müşavir ve sigorta hukukçusundan oluşan bilirkişi kurulundan
alınan rapor hükme esas alınmış, davacı vekilinin teknik nitelikteki itirazları
üzerine itirazların mahkemece değerlendirilebileceği gerekçesiyle ek rapor
istemi reddedilmiş, ancak davacının itirazları gerekçe bölümünde tartışılıp
değerlendirilmeksizin hüküm kurulmuştur. Hükme esas alınan bilirkişi raporunda,
davacının itirazları incelenmediği gibi, dosyada bulunan ve okunması güç olan
sözleşme suretlerindeki hükümler tartışılıp değerlendirilmemiştir.
Dava tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 818 sayılı BK’nın 96.
maddesindeki, “Alacaklı hakkını kısmen veya tamamen istifa edemediği takdirde
borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bundan
mütevellit zararı tazmine mecburdur.” hükmü uyarınca alacaklının zararının
tazmini gerekir. Borcun ifa edilmemesi borçlunun sözleşmenin kendisine yüklediği
ifa yüküne karşı bir davranış içinde olmasını ifade eder. Bu durumda borçlu ya
borcu ifa imkânını kendi kusuru sonucu kaybetmiştir ya da borcu ifa imkânına
sahip olduğu halde, haklı bir sebep bulunmaksızın, ifadan tüm olarak
kaçınmaktadır veya ifa etmiştir ama bu ifası noksandır, ayıplıdır, ya da borçlu
ifada kusurlu olarak gecikmiştir. Kural olarak, borcun ifa edilmemesinin
borçlunun sorumluluğu sonucunu meydana getirir ve borcun ifa edilmemesinde
borçlu “kusurlu” kabul edilir. Borçlar Kanunu’nun 96-100. maddeleri, muaccel
borcun ifa edilmemesinin sonuçlarını düzenlemektedir. Borçlu bu sorumluluktan
ancak kendisine bir kusur isnat edilemeyeceğini kanıtlarsa kurtulabilir. Anılan
96. madde hükmünde öngörülen tazminatın nedeni borçlunun taahhüdünü ihlâl
etmesidir. Borçlunun taahhüdü genellikle bir akde dayanır. Onun için buna akdi
tazminat, borçlunun sorumluluğuna da akdi sorumluluk denilmektedir. Akdi
sorumluluğun sözkonusu olabilmesi için, a)Geçerli bir borç ilişkisinin varlığı,
b)Bir borcun ya hiç ifa edilmemiş ya da kısmen ifa edilmiş bulunması,
c)Borçlunun ademi ifasından alacaklının bir zarar görmesi, d)Zarar ile borcun
ifa edilmemesi arasında bir illiyet bağı olması, e)Borçlunun ifa etmemede
kusurlu olması, şartlarının olayda varlığı aranmalıdır.
Vadesinde yerine getirilmeyen edimler için ifa mümkün ise temerrüt hükümleri
uygulanacak, ifanın mümkün olmaması halinde imkânsızlık hükümleri devreye
girecektir. Davalı temerrüdünden önce borcun ifa edilmesine yasal olanak yok
ise, objektif imkânsızlık sözkonusu olacağından davalı sorumlu tutulamaz. (BK.m.
117). Ancak yasal engel bulunmadığı halde borç ifa edilmemişse veya temerrüde
düştükten sonra yasal engel gerçekleşmiş ise, kusurlu imkânsızlık sözkonusu
olacağından, davalı sorumludur. (BK.m.96). Diğer anlatımla, borcun ifası başta
ya da temerrütten önce imkânsız değilse, ifa edilmemesi durumunda borçlu
kusursuzluğunu kanıtlayamaması halinde BK’nın 96. maddesine göre alacaklının
uğramış olduğu zararları tazmin etmekle yükümlüdür; yani borcun ifası
temerrütten sonra imkânsız ise kusurlu imkânsızlık nedeniyle anılan 96. madde
hükmü uyarınca sorumlu olacak, temerrütten önce imkansız ve bunda bir kusuru yok
ise BK’nın 117. maddesine göre borcundan kurtulacaktır.
Bu durumda, mahkemece, taraflar arasındaki sözleşmenin gerekirse aslı ya da
okunaklı örneği taraf vekillerinden temin edilip, serbest muhasebe ve mali
müşavirlik ile vergi mevzuatı, şirketler ve sigorta hukuku alanlarında öğretim
görevlilerinden oluşan yeni bir bilirkişi kurulundan, yukarıda açıklanan ilke ve
esaslar çerçevesinde, davalılar vekillerinin savunmalarının tüm yönleri ve
sözleşme hükümleri üzerinde duran, davalı mali müşavirin somut olayda iddia
edilen zararın meydana gelmesinde kusurlu olup olmadığı, nedensellik bağı
bulunup bulunmadığı, sözleşmenin zamanında ifasının mümkün olup olmadığı,
sonradan imkânsız hale gelip gelmediği, imkânsız ise hangi aşamada kimin
kusuruyla imkânsız hale geldiği hususlarını ve tarafların itirazlarını da
karşılayan ayrıntılı, gerekçeli ve denetime elverişli bir rapor alınıp, her iki
davalının hukuki durumu değerlendirilerek, sonucuna göre bir karar verilmesi
gerekirken, eksik incelemeye dayalı olarak, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru
olmamıştır.
2-Bozma nedenine göre, davacı vekilinin diğer temyiz itirazının şimdilik
incelenmesine gerek görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) no’lu bentte açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin
temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün, davacı yararına BOZULMASINA, (2) no’lu
bentte açıklanan nedenlerle, diğer temyiz itirazının şimdilik incelenmesine yer
olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, kararın tebliğinden
itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 26.11.2014
tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
9. Hukuk Dairesi 2014/28844 E. ,
2016/1899 K
“İçtihat Metni”
MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ
DAVA : Davacı, sendikal tazminatın ödetilmesine karar verilmesini
istemiştir.
Yerel mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava
dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya
incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
Y A R G I T A Y K A R A R I
A)Davacı İsteminin Özeti:
Davacı, davalıya ait işyerinde 06.02.2007 tarihinden itibaren singer
bölümünde makinacı olarak çalışmaya başladığını, çalışma süresinde işine gerekli
özeni gösteren bir çalışan olduğunu, aylık net 1.550,00 TL ücret aldığını,
ücretinin SGK’ya eksik bildirildiğini, kendisi ve diğer sendika üyesi işçilerin
işyerinde sendikal faaliyet yürütmeleri, sendikaya üye olmaları ve işten çıkarma
tehditlerine rağmen sendika üyeliğinden istifa etmemeleri nedeniyle ayrımcılığa
ve işsiz bırakılma tehdidine maruz kaldıklarını, davalı işveren yetkilisinin tüm
işçileri işten çıkarmakla tehdit ettiğini, davalı işveren yetkililerinin sendika
üyesi olduğundan şüphe ettikleri işçileri notere götürerek sendika üyeliğinden
istifa ettirdiklerini, davalıya ait işyerinde sendikalı – sendikasız işçi ayrımı
yapılarak sendika üyesi işçilere zam verilmediğini, sendika üyesi işçilerin
elden ödenmesi gereken ücretlerinin de ödenmediğini beyan ederek, 10.000,00 TL
sendikal tazminatın işleyecek faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar
verilmesini talep etmiştir.
B) Davalı Cevabının Özeti:
Davalı, davanın belirsiz alacak davası olarak açılmasının mümkün olmadığını,
açılan davanın dava şartı yokluğu nedeni ile reddine karar verilmesi
gerektiğini, firma nezdinde davacıya sendikal ayrımcılık yapıldığı iddiasının
doğru olmadığını, iddiaların gerçeği yansıtmaktan uzak, soyut, haksız ve asılsız
iddialar olduğunu, hiçbir çalışana karşı sendikal ayrımcılık yapılmadığını,
sendikal faaliyetleri engelleyici herhangi bir girişimde bulunulmadığını,
işyerinde sendikaya üye olması nedeni ile tek bir işçinin iş akdinin dahi
feshedilmediğini, iş akdine ve iş kurallarına uygun olarak çalışan hiçbir
işçinin iş akdine hiçbir şekilde son verilmediği gibi işyerinde sendikal
faaliyetleri önlemeye yönelik herhangi bir eylemde de bulunulmadığını beyan
ederek, davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.
C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan kanıtlara dayanılarak, işyerinde sendikal ayrımcılık
uygulandığı iddia edilmiş ise de, iddianın somut olarak ispatlanamadığı,
işverenin sendikal faaliyet ilgili işçilere bilgi vermesinden sonra bazı
işçilerin kişisel tercihleri kapsamında sendika üyeliğinden istifa ettikleri,
istifa kararını verirken de sendikal faaliyet nedeni ile işyerinin
kapanabileceği ve kendilerininde işsiz kalacağı kaygısı taşıdıkları, ancak bu
kaygının oluşmasında işverenin tehdit veya yönlendirmesinin varlığının
ispatlanamadığı, tanık olarak dinlenen sendikalı işçilerin dahi somut bir baskı
ve ayrımcılığı açıklanmadığı, kişisel ve sübjektif değerlendirmeler nedeniyle
ayrımcılık yapıldığı yönündeki beyanların sendikal nedenlerle baskı baskıyı
kanıtlamaya yeterli olmadığı, fazla çalışma ve randıman kartı uygulamaları
nedeniyle ücret yönünden de sendika üyelerinin aleyhine bir uygulama yapılmadığı
gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
D) Temyiz:
Kararı davacı vekili yasal süresi içinde temyiz etmiştir.
E) Gerekçe:
Davacının sendikal tazminat isteminin yasal dayanağı, 6356 sayılı Sendikalar
ve Toplu İş sözleşmesi Kanunu’nun 25. Maddesidir. Maddeye göre;
Madde 25 – (1) İşçilerin işe alınmaları; belli bir sendikaya girmeleri veya
girmemeleri, belli bir sendikadaki üyeliği sürdürmeleri veya üyelikten
çekilmeleri veya herhangi bir sendikaya üye olmaları veya olmamaları şartına
bağlı tutulamaz.
(2) İşveren, bir sendikaya üye olan işçilerle sendika üyesi olmayan işçiler
veya ayrı sendikalara üye olan işçiler arasında, çalışma şartları veya
çalıştırmaya son verilmesi bakımından herhangi bir ayrım yapamaz. Ücret,
ikramiye, prim ve paraya ilişkin sosyal yardım konularında toplu iş sözleşmesi
hükümleri saklıdır.
(3) İşçiler, sendikaya üye olmaları veya olmamaları, iş saatleri dışında
veya işverenin izni ile iş saatleri içinde işçi kuruluşlarının faaliyetlerine
katılmaları veya sendikal faaliyette bulunmalarından dolayı işten çıkarılamaz
veya farklı işleme tabi tutulamaz.
(4) İşverenin fesih dışında yukarıdaki fıkralara aykırı hareket etmesi
hâlinde işçinin bir yıllık ücret tutarından az olmamak üzere sendikal tazminata
hükmedilir.
Dosya kapsamındaki bilgi, belge ve tanık beyanlarından davacı ve diğer
çalışanların Teksif sendikasına üyelik işlemlerini yapmalarının ardından sendika
ile davalı işverenin 2013 yılı Mart ayında görüşme yaptığı, bu görüşmenin
akabinde şirket yetkilisinin 19.04.2013 tarihinde yaptığı toplantıda “ sendika
yüzünden fabrikayı kapatıyorum” şeklinde beyanda bulunduğu, bunun üzerine
19-22-24-25.04.2013 ve devamı günlerde sendikaya üye işçilerin bazılarının iş
saatleri içerisinde davalı işverence noter masrafları karşılanmak üzere sendika
üyeliğinden istifa ettirildikleri anlaşılmıştır.
Mahkemece sendikal ayrımcılık uygulandığının somut şekilde ortaya
konulamadığı gerekçesi ile sendikal tazminat talebi reddedilmiş ise de; yapılan
araştırma yetersizdir.
Mahkemece yapılacak iş; davacıya ait iş yeri özlük dosyası, Teksif sendikası
ile gerekli yazışmaların yapılarak işçilerin üyelik bilgilerini gösterir
belgelerin ve ayrıca sendikaya üye olan ve olmayan işçilere farklı oranlarda zam
yapılıp yapılmadığının tayini için banka kayıtlarının getirtilerek
değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.
Mahkemece eksik araştırma ile yazılı şekilde talebin reddi hatalı olup
bozmayı gerektirmiştir.
F) Sonuç:
Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin
alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 26.01.2016 tarihinde
oybirliğiyle karar verildi.
© 2023 Tunç Hukuk her hakkı saklıdır.